VAAT EDİLEN “CENNET”

İşte bunlar, Allâh’ın kendilerine in’amda bulunduğu Nebilerden, Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in (Yakup) zürriyetinden hakikate erdirdiğimiz ve (ezelden) seçtiğimiz kimselerdir. Onlara Rahmân’ın varlığının delilleri okunduğu zaman (yakînî müşahede ile) secde ederler ve ağlarlar. (19.Meryem: 58)

Kur’ân’da bahsi geçen Rasûl ve Nebiler, yaşadıkları devrin ihtiyaçlarına göre insanları hakikat yolunda aydınlatacak ilimler açmış ve kendinde açılan ilâhî kemâlâtı genetik olarak sonrakine miras bırakmış, birbirinden gelme tek bir nesildir.

Nübüvvet zincirinin son halkası olan Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm ile insanların din konusundaki bilgilenmesi tamamlanmış (5.Maide: 3) ve böylece bir devrin (Nübüvvet devri) bitmesi ardından Velâyet devri başlamıştır.

Muhyiddin Arabî k.s. “Fütuhat-ı Mekkiye” isimli kitabında Nübüvvet devri ile Velâyet devri arasındaki farkı şöyle anlatır:

“Sen Rasûlullâh’ın gittiği yoldan müşahede ettiği şeyi müşahede edemez ve ilâhî özelliklerin Allâh’tan olumsuzlanması yoluyla nasıl bildirileceğini bilemezsin. Çünkü Rasûlullâh düz-özelliksiz bir toprak görmüş, onun üzerinde yürümüş; sen de onun izinden yürüyor ve sadece onun ayak izlerini görüyorsun.

Burada (araştırırsan) ulaşabileceğin gizli bir sır vardır. Bu sır şuradan kaynaklanır: Rasûlullâh önder olduğu için (zira ön yön onun adına gerçekleşmiştir) önünde bir iz görmez ve onu tanımaz. Sen ise onun ardından gittiğinde izi görür ve onun göremediği bir şeyi görürsün. Bu makam Hz. Musa’nın (ona ve Efendimize selâm olsun) Hz. Hızır’a tepki göstermesi hadisesinde tezahür eder.”

Şeyh’in bu açıklamasından anlaşılacağı üzere Velâyet devri, Rasûl ve Nebilerden bizlere ulaşan din bilgisinin etraflıca ele alınıp, tetkik edilerek açıklık kazanacağı bir devir olacaktır.

Başta sahabe olmak üzere, ondan sonra gelen Abdulkâdir Geylânî, Ahmed Rufâî, İmam Gazalî, Muhyiddin Arabî, Abdulkerîm Ceyli, İmam-ı Rabbânî gibi, öze ermiş birçok zevatın yaşam ve eserleri buna açık delildir.

Dahası, günümüz insanına çağdaş bilimler eşliğinde dine bakmayı öğreten Üstadım Ahmed Hulûsi’nin eserleri ise, (bana göre) Velâyet devrinin altın çağında yaşadığımızın açık göstergesidir.

Öyle bir devir ki bu... Rasûllerin, bedensel algı sınırları dışındaki evrensel gerçeklere açtığı kapıdan, Enbiyâ’nın izini takip ederek girenler için evrensel gerçeklerle aydınlanma; O aydınlanmanın beyinde tetikleyerek harekete geçireceği potansiyellerin hissettirdikleri ve yaşattıkları (“cennet” diye tabir edilen) ilâhî (kendini Allâh’ta tanımanın getirisi) sırlarla cezb olma devridir.

Rasûllerin açtığı o sırlı kapıdan evrensel yaşam boyutuna (İsa Aleyhisselâm’ın tabiriyle “Semâ’nın Krallığına”), ancak onların tebliğ ettikleri şerî hükümlere uyarak geçilir. Çünkü şeriat hükümlerine uyum sağladığımız vakit, beynimizi evrensel gerçeklerin gereklerine dayalı bir biçimde iş görmeye sevk etmiş oluruz. Ne var ki bahsettiğim bu gerçek anlamıyla şeriat, zamanla gökteki tanrının buyrukları diye anlaşılarak esas amacından sapmıştır. 

Konunun içyüzünü bilmeyenler, bilmedikleri için BELKİ mazur görülebilirler.

Peki ya bilenler?..

Çağdaş bilimler eşliğinde din olgusunu ve gayesini biraz olsun anlamış olanların çoğunluğu, maalesef konunun sadece bilgi yanıyla ilgilenerek şerî hükümleri es geçmekteler.

Daha da kötüsü, egosunu veya bedenin arzularını tatmin etmek için işine gelen bilgiyi alıp, işine gelmeyeni yok sayanların pişkin pişkin ortada dolanmaları.

Gezdim Halep ile Şam’ı

Eyledim ilmi talep

Meğer ilim bir hiç imiş

İllâ edep, illâ edep

Yunus Emre k.s.

Edep, seçkin yaratılmışlığının hakkını vererek yaşamak için Nübüvvet hükümlerine sımsıkı sarılmaktır.

İşte, “bu süregelen Sünnetullâh’tır!” (48.Feth: 23)

Birileri gelir gerçeğin örtüsünü açmak için; ardından birileri o örtüyü kapatmak için harekete geçer.

Nasıl mı?..

Onların ardından bir nesil geldi ki, salâtı (hakikatlerine yönelişi) yitirdiler ve şehvetlere (kendilerini beden kabulünün dürtülerine ve boş heveslerine) tâbi oldular... Gayyayı (içinden çıkılamaz cehennem çukurunu) boylayacaklar! (19.Meryem: 59)

Nedir o içinden çıkılamaz cehennem çukuru?

Her ne ki beynimize bir kayıt getirir, bilincimiz onun oluşturduğu sınırlar içerisinde tutuklu (ve tutkulu) bir yaşam sürer. İşte bu tutukluluk hâli, o içinden çıkılmaz cehennem çukurudur; ateşi de duygularımızdır bizi içten içe yakan.

Örneğin kendimizi sadece bedensel varlık kabul etmemiz, beyin potansiyelimizi bedenle kayıtlayacak ve bilincimizi bedenin dünyası içinde tutuklu (ve tutkulu {bedenin güdümü altında}) bir yaşama mahkum edecektir. Halbuki insan, beynindeki ilâhî potansiyelin aşkın nimetleriyle beslenerek yaşaması için meydana gelmiş, kudsî ve ruhânî bir varlıktır.

Æ

Ancak hatasını fark edip hakikatini çağrıştıran, hissettirip yaşatacak olan işlere dönmek suretiyle Tövbe eden, (Risâletin açtığı hakikate) iman eden ve (Nübüvvetin bildirdiği şerî hükümlere teslim olmak suretiyle) imanın gereğini uygulayanlar müstesna... İşte onlar cennete dâhil olurlar ve hiçbir şekilde haksızlığa maruz kalmazlar. (19.Meryem: 60)

Yeri gelmişken, birazda tövbe’nin anlamı üzerinde duralım.

Tövbe’nin Arapça kelime manası “dönüş”tür. Çünkü tövbe, kişi hayatında bir dönüm noktasıdır.

Tövbe’nin anlamı; yanlışa yol açan düşünce ve davranışlarını terk edip, kendini iflah edecek (korktuğundan emin olmasını sağlayacak) bir yaşam tarzına dönmektir.

Bir kişinin tövbe etmesi için önce yanlışını fark etmesi ve ardından pişmanlık duyarak, kararlı bir şekilde o yanlışından doğru olana dönmeye azmetmesi gerekir.

Tövbe etmekle kişi fıtratına (yaratılış amacına veya doğasına) aykırı olan yaşam tarzını terk edip, seçimini uygun olana dönmekten yana yapmış olur.

İnsanın doğasına uygun olan ise, “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” âyeti gereğince, halife olarak yaratılışının hakkını verecek bir yaşam sürmesidir. Başka bir ifadeyle, bedensel varlık olduğu fikrini destekleyen fiilleri terk edip, gerçek kimliğinin gereklerine uygun bir biçimde işlerini yürütmesidir.

Bu sayede kişi, kendini beden kabul etmenin türlü kayıtlarından (azap ve ıstıraplarından) kurtarır ve ruhânî (ilâhî özelliklerin tecellî ettiği şuursal) bir varlık olmanın getirisi kudsiyet (zâtî hakikatinin her türlü kayıtlardan beri olması hazzı) ile ferahlar.

Ayrıca her insanda ruhâniyet açığa çıkmak için fırsat kollar. Çünkü bu insanın doğasında olan, fıtrî bir özelliktir. Dolayısıyla özünün gereğini yaşatacak en basit bir eylem bile, kişinin hayatında önemli bir dönüm noktası olabilir. Nitekim, “Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım” Hadis-i Kudsi’si bu anlamda söylenmiştir.

Æ

Rahmân’ın kullarına gayblarından vadettiği, ADN (tecelli-i sıfat) cennetleridir... Muhakkak ki O’nun bildirdiği yerine gelmiştir. (19.Meryem: 61)

“Rahmân”, Allâh’ın Esmâ’sıyla (kendini tanımlayan vasıflarıyla) insan beynindeki potansiyel varlığıdır ve bu potansiyel kendini açık ettiği (yani, beyinde işler devrelere dönüşüp, fiil düzeyinde kendini gösterdiği) kadarıyla bilinebilir. Buna mukabil kapalı kalan yönüyle sonsuz olduğundan “gayb”dır (bilinmez).

“Gayblarından vadettiği, ADN (tecelli-i sıfat) cennetleri”, beyindeki ilâhî potansiyellerin şuurda hissettirdiği ve yaşattığı aşkın deneyimlerdir.

İnsan beyni, sadece bedene karşılık gelen kuvvelerden ibaret bir yapı olmayıp; evrenin tüm boyutlarına adapte olacak esnek bir fıtratla meydana getirilmiştir. İşte insandaki bu fıtrî özelliğin değerlendirilmesi için Rasûl ve Nebiler gelmiştir.

Onlardan gelen bilgiyi anlayıp gereklerine uyduğumuz takdirde, beynimizdeki bastırılan potansiyeller gün yüzüne çıkacak ve biz, beynimizi hak ettiği bir kapasitede kullanmaya başlayacağız. Yani şuursal bir serbestlik kazanıp, kendimizi beden sınırları (ölümün) ötesindeki evrensel (ölümsüz) yönümüzle tanımak mümkün olacak.

İşte, Orada lağv (dedikodu) değil sadece “Selâm” (Selâm isminin mânâsı açığa çıkar ve böylece kendi hakikatlerinden açığa çıkan kuvveleri konuşurlar) işitirler... Orada kendilerinin sabah – akşam, yaşam gıdalarıyla beslenmeleri söz konusudur. (19.Meryem: 62)

ADN cennetinde olanların yaşam gıdaları “süt” ile sembolize edilen “ledün ilmi”dir.

Nitekim Kur’ân’da korunanlara vaat olunan cennette dört nehir olduğundan bahseder... Şöyle ki, “Korunanlara vaat olunan CENNETİN TEMSİL (misal – benzetme) yollu anlatımı şöyledir: Orada, bayatlamayan SU’dan nehirler, tadı bozulmayan SÜT’ten nehirler, içenlere lezzet veren ŞARAP’tan nehirler, süzme-saf BAL’dan nehirler vardır!” (47.Muhammed: 15)

İlginçtir ki, Mi’râc öncesinde Efendimiz Aleyhisselâm’a üç ayrı bardak içerisinde su, süt ve şerbet sunularak, birini seçmesi istenir ve “Eğer su alırsan, kendin ve ümmetin de ihtiyaçsız ve kanaatkar olur; sütü alırsan, kendin de ümmetin de sırat-ı müstakim de (doğru anlayış üzere) olur; şerbeti alırsan, kendin de ümmetin de mahrumiyete uğrar!” diye bir nida gelir.

Efendimiz Aleyhisselâm içinde süt olan bardağı seçince, Cebrail Aleyhisselâm: “Ya Muhammed, sen fıtrî ve tabii olanı seçtin... Sen sırat-ı müstakim üzeresin, ümmetin de bu yolda olacaktır.” diye buyurur.

Bu işaretlerin anlamı bizlere hazmıyla açılmasını dilerim.

Æ

İşte kullarımızdan çok korunanları (yalnızca fiilerde değil, düşünsel anlamda korunanları) mirasçı yapacağımız cennet budur! (19.Meryem: 63)

ADN Cenneti, gidilecek bir mekân değildir. Kendini bedensel varlık kabul etmenin getireceği azap ve ıstıraplarından korunmak için, imanın gereklerine uyanın şuurda yaşadığı bir güven, huzur, mutluluk, sevgi, hayret ve haşyet hâlleridir.

Âyetteki “cennetLER” ifadesi, imana dayalı bir yaşamın getirisi türlü düşünsel zevkler anlamına söylenmiştir.

Ölümlü bedenin dünyevî zevkleri geçicidir. Buna mukabil ölümsüz bir şuur olan insanın Allâh’ta kendini tanıma zevkine had yoktur.

Evet... Korunanlar için de cennet yaklaştırılmıştır... Zaten uzak değildir. (50.Kaf: 31) “Bu vadolunduğunuzdur” denir, hakikatine yönelip bu hâlini koruyanlara. (50.Kaf: 31)

Doğrusunu Allâh bilir.