On Altıncı Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Allâh-u Teâlâ ’dan naklen şöyle anlatıyor:

- “İsmi aziz ve celil olan yüce Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:

- Kulum bana kavuşmayı severse... ben de ona kavuşmayı severim...

Ama...

Bana kavuşmayı sevmeyince; ben de ona kavuşmayı sevmem...”



Kişinin hakikatine duyduğu sevginin kaynağı fıtratındaki iman nurundandır.

Yani epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekansların meydana getirdiği aşkınlık hissidir... Aşkınlık hissini tetikleyen de hakikatin çekim gücüdür, yani El Vedud Esmâ’sı.

Aşkınlık hissi ne kadar güçlüyse, hakikatin karşı konulmaz çekim gücünün etkisi altında, O’na ermek için önündeki engelleri aşma arzusu da o derece şiddetli olur.

Dünya ve içindekilerse umurunda olmaz.

Hakikat, genellikle hakikate ermiş bir başka kulun yüzünde kendini gösterir.

Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin : “gördüğünüzde sizlere Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran” dediği kullardır onlar.

Görür görmez tanır O’nu ve aşkla bağlanır O’na.

O’nu kendinde de bulmak için, O’nun rehberliğinde, O’nunla O’na doğru bir yolculuğa çıkar...

Vehmi kimliğinden yola çıkarak hakiki kimliğine doğru yapılan bu düşünsel seyir, tasavvufta “nefs mertebeleri” diye bildiğimiz yedi bilinç düzeyi olarak tespit edilmiştir.

Bunlar sırasıyla Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdıye, Mardiye ve Sâfiye’dir.

Kişinin hakikatine olan iştiyakı, kendisini hakikatinden koparan vehme dayalı kabullerinden arınma mücâhedesinin gücünü; mücâhedesinin gücü de bu nefs mertebelerindeki seyrinin hızını belirler... İşte bu husus Kudsî Hadis’te: “kulum bana kavuşmayı severse...” cümlesiyle açıklanmaktadır.

Epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekans akışının sağladığı destek ise Kudsî Hadis’te mecazen: “Ben de ona kavuşmayı severim...” cümlesiyle açıklanmaktadır.

Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Hz. lerinin “Risâle-i Gavsiye” sinde belirttiği üzere:

“Yâ Gavs! Mücâhede, müşâhede denizlerinden bir denizdir ve balıkları da vakıflardır... Müşâhede denizine girmeyi irade edene, mücâhede gerekir... Zira, mücâhede müşâhedenin tohumudur.”

Ve Rabbi yine diyor ki:

“Yâ Gavs! Kim mücâhedeyi ihtiyâr ederse, ona müşâhedem olur; istese de istemese de!”



ASLINDA TÜM MESELE beyni, arzumuza erdirecek çalışmalarla harekete geçirmemizdir(!)... ki bir Esmâ potansiyeli olan beyin, Allah ismiyle açıklanan hakikati bilmemizi, hissetmemizi ve gereğini yaşamamızı sağlayacak gerekli Esmâ’yı kendinde kuvveye (beyin devresine) dönüştürebilsin. Böylece Allah ilminde Esmâ’sının açığa çıkış seyri dışında var sanılanların evhamdan başka bir şey olmadığı gerçeği idrak edilebilsin.

Tasavvufta fenâ hali diye ifade edilen bu idrak, “Mülhime nefs” mertebesinde ilham yollu oluşmaya başlar.

Epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekansların beyin performansını artırmasının meydana getirdiği algı açıklığı ile kişi, ilham ve vizyonlarla evrensel bir aydınlanma yaşar.

Kişinin bu ilham yollu aydınlanma aşamasında, referans alacağı sağlam bir bilgi kaynağına sahip olması çok önemlidir.

Çünkü bedenin algı sınırları (koza dünyası) dışındaki evrensel boyutlara karşı duyarlı hale gelen beyin, bu boyutlardan ilham yollu edindiği verileri değerlendirebilecek doğru bir bilgiye sahip değilse, her an yanlış bir fikrin tesirine kapılarak hakikatinden sapma tehlikesi içindedir.

ŞÖYLE Kİ...

Kişi belirli arınma çalışmalarıyla bedenin bilinç üzerindeki tesirini azaltır. Bu sayede epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekansların desteği ile beyin performansında meydana gelen artış, kişinin bedenin algılama sınırları dışına çıkmasını sağlayarak evrenin holografik yapısıyla (holografik tekil bilgide Esmâ seyriyle/Allah ilmiyle) iletişime geçmesini mümkün kılar.

Bu sayede kişi öncelikle kendine en yakın boyutları oluşturan frekanslardaki verileri değerlendirmeye başlar (en yakın boyut, Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarında nâr diye tabir edilen, cinlerin -insan gözünün göremediği varlıkların- yer aldığı ışınsal boyuttur… İnsan beyninin meçhul dalga faaliyetleriyle oluşturulan ölüm ötesi bedeni/ruhu dahi nâr yapılıdır…) ve ilmi oranında en yüksek frekanslardaki verileri (nûr diye tabir edilen, tüm boyutları ve sayısız türleriyle evreni meydana getiren bilgi/enerji kaynaklarını) değerlendirerek derinleşip, evrensel genişliğe doğru yayılarak kendini tanıma açılımına kavuşur (holografik tekil bilginin/Allah ilminin bünyesinde barındırdığı örneğin: dünyanın ruhu/bilgi kaynağı, güneş sisteminin ruhu/bilgi kaynağı, galaktik ruh/bilgi kaynağı, evrensel ruh/bilgi kaynağı ve bunlardaki kuvvelerin/kudret açığa çıkışının icmâlen açılımına kavuşmasıdır… Yayılmak ise bu bilgi kaynaklarında tafsilî seyirdir) .

Tıpkı kozası hükmünde olan yumurtasından yeni çıkmış bir kuşun, dış dünyanın gerçekleriyle yüzleşmesi ve tabiî olarak dış dünyanın bilinmez tehlikelerine karşı açık hale gelmesi gibi; kişinin beyni de kozası hükmünde olan bedenin algılama sınırları dışındaki evrensel gerçeklerle yüzleştiğinde, eğer bu yüzleşmeye hazır değilse, tabiî olarak holografik evrenin bünyesinde barındırdığı sayısız yaşam boyutları (âlemler) ve o boyutların canlı türlerinden (Kur’ân ve Rasulullah açıklamalarında bu türlere, insan gözü tarafından görülemeyen anlamına gelen cin denmektedir) gelebilecek tehlikelere karşı kendini koruyamaz.

HAKİKATE ERME arzusuyla tasavvuf yoluna girmiş birçok insan, evrensel gerçekleri anlama konusundaki bilgi birikimini tamamlamadan ya da bu konuda referans alacakları sağlam bir bilgi kaynağı olmadan, arınma çalışmalarının meydana getirdiği ilham veya vizyon yollu holografik evren gerçekliği deneyimini yanlış değerlendirerek yoldan çıkmış... Bilgi yetersizliğinden dolayı ilham veya vizyon yollu algıladıklarını yanlış değerlendirerek kimi kendini Velî sanmış, kimi kendini Mehdi, kimi daha da ileri giderek peygamberliğini ya da firavun misali tanrısallığını ilan ederek, kendini avutmuştur.

Hakikate erme yolunda kişinin referans alacağı sağlam bir bilgi kaynağı varsa eğer ve kişi o bilgi kaynağına imanla teslim olmuşsa, artık hiçbir fikir veya güç onu kolay kolay hakikatinden saptıramaz. Aksine, gelen her fikir (bu saptırıcı dahi olsa) onda hakikat farkındalığını artırarak, bir üst bilinç düzeyine geçmesine basamak olur. Bu sayede kişi seyrini önemli bir ölçüde tamamlayarak gerçeğe erenlerden olur.

Velâyetin başlangıcı olan “Mutmainne nefs” düzeyinde herhangi bir fikrin tesiriyle hakikatinden perdelenme tehlikesi kalmaz.

Bakara Sûresi, 112 ’nci ayet bunu şöyle açıklar:

“Hayır (olay onların kuruntuladığı gibi değil)! Kim (vechinin) hakikatinin Allah (Esmâ’sının açığa çıkışı) için olduğunu hissederse, işte onun mükâfatı Rabbindendir (hakikatindendir). Onlara ne korku vardır ne de hüzün verecek bir şey!”

Kudsî Hadis’in devamında: “Bana kavuşmayı sevmeyince...” ifadesi, kişide içinden gelen bir biçimde hakikate erme arzusu yoksa, beynini bu yolda faaliyete geçiremez. Böyle bir kişi, bedenin algılama sınırları içinde (koza dünyasında), evrensel gerçeklerden habersiz yaşamak için yaratılmıştır.

Tabî olarak: “Ben de ona kavuşmayı sevmem...”

Doğrusunu bilen Allah’tır...