Dokuzuncu Hadis-i Şerif

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, Allâh-u Teâlâ ’dan hikaye yolu ile şöyle anlatıyor:

- “Eğer Âdemoğlunun, iki dere dolusu altını olsa; üçüncüsünü arzular... Âdemoğlunun boşluğunu, ancak toprak doldurur...”



Bu Kudsî Hadis insan istidat ve kabiliyetin genişliğine işaret etmektedir.

Şöyle ki...

Yüz milyar nörondan oluşan ve her bir nöronun diğeriyle on binlerce bağlantı kurabilme özelliğiyle beyin, muazzam bir bilgi işletim ağıdır.

Ünlü Nörobilimci Dr. David Eagleman insan beynindeki bu muazzam kapasiteyi şöyle açıklar: Evrendeki tüm nesneler içinde en karmaşık olanı insan beynidir: Beyindeki sinir hücresi (nöron) sayısı, Samanyolu galaksisindeki yıldızlar kadar çoktur. Bu yüzden, her ne kadar beyin ve akıl biliminde yakın zamanda bazı parlak gelişmeler elde edilmiş olsa da, kendimizi karanlıkta kısık gözle görmeye çalışır gibi görmemiz şaşırtıcı değil.

İnsan beynindeki bu akıl almaz kapasite dolayısıyladır ki insan evrensel boyutlara açılabilecek ve kendini evrensel boyutlarda tanıyabilecek aşkın bir yaradılışa sahiptir.

Bakara Sûresi, 31 ’inci ayet bu gerçeğe şöyle işaret eder:

“Âdem’e (Esmâ’nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ’yı (Esmâü’l-Hüsnâ’sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı).

Tüm boyutları ve sayısız türleriyle evreni meydana getiren Allah isimlerinin (Esmâü’l-Hüsnâ) tamamı, insan beyninde açığa çıkmak üzere programlanmıştır.

Beyin, evrensel varlığın bir minyatürüdür.

Holografik gerçekliğe göre her bir zerre tümdeki bilgiyi taşır. Yani evrenin her bir parçası, holografik olarak evrensel bütünlüğü bünyesinde barındırır. Beyin ise bu evrensel bütünlüğü bünyesinde barındırmakla kalmaz, aynı zamanda bu bütünlüğü yansıtabilecek (kendi içinde açığa çıkarıp kavrayabilecek) bir yapısal özelliğe sahiptir.

Evrenin holografik yapısından kaynaklanan parça-bütün ilişkisinden dolayı beyin, kozmik planda evrensel bütünlükle senkronize olup, evrensel varlıkla paralel olarak dönüşüme geçmektedir.

Beynindeki bu muazzam kapasiteden dolayı insan bedensel değil, evrensel bir varlıktır!

Tabiri caizse, evren insanın bedeni (kendini deneyimlediği mahal), insan da evrenin kimliğidir!

Evren, insan bilincinde hak ettiği anlamı kazanır.

Şöyle ki...

İsmi Allah olan Vahidü’l-Ahad (sayısal çokluk kabul etmez TEK), ilminde Esmâ’sının seyrini takdir etmiş; Esmâ’nın ilahî takdir doğrultusunda dalga mekaniği ile açılımı sonucu evren meydana gelmiş; insan türü şuurlu birimlerin data/dalga dönüştürücü beyinleriyle, bir dalga okyanusu olan evrenden algıladığı dalga kesitindeki verilerin kendi içindeki hayalî iz düşümünde/hologramında Esmâ’sının açığa çıkışını seyrederek kemâl derecede tekliğini yaşamıştır.

Bu gerçeğe Âl-i İmran Sûresi, 18’inci ayette şöyle işaret edilmektedir:

“Allah şahâdet eder, kendisidir “HÛ”; tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Esmâ’sının kuvveleri olanlar (melâike) ve Ulü’l-İlm de (ilim açığa çıkardığı mahaller) bu hakikatin Hak oluşuna şahâdet eder, Adl’i kaîm kılarlar. Tanrı yoktur, sadece “HÛ”; Aziyz, Hakiym’dir.”

Yine bu gerçek bir başka Kudsî Hadis’te şöyle ifade edilmektedir:

“Ben gizli bir hazineydim... Bilinmekliğimi istedim âlemi, bilmekliğimi istedim, Âdem’i meydana getirdim.”



BU HATIRLATMADAN SONRA biz dönelim bu bölümün konusu olan Kudsî Hadis’e...

Yani, “Eğer Âdemoğlunun, iki dere dolusu altını olsa; üçüncüsünü arzular... Âdemoğlunun boşluğunu, ancak toprak doldurur...” cümlesinin batınî (iç) manasından anladığım kadarına...

İsmi Allah olan Vahidü’l-Ahad-üs Samed (sayısal çokluk kabul etmez som TEK), Zâtı itibariyle BİLİNMEZ (mutlak gayb); Zâtî vasıfları olan Sıfat’ları (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basiyr, Kelam Sıfatları) itibariyle SINIRSIZ; Esmâ’sı ile işaret edilen (kendini tanımladığı) öz vasıfları itibariyle de SONSUZ bir potansiyeldir ve tüm boyutları ve sayısız türleriyle EVREN, Esmâ’daki sonsuz mana potansiyelinin kozmik plandaki sistemsel açılımı olduğundan, sonsuzluk içinde her an yeni bir şan alarak varlığını devam ettirir.

“HÛ” her “AN” yeni iştedir!” (Kur’ân Çözümü, Rahmân Sûresi 29)

Evren içinde vücud bulan diğer şeyler gibi, insan beyni de evrendeki bu dinamizmle senkron bir halde olup, evrensel varlıkla paralel bir biçimde her an yeni bir hal almaktadır (bu konu değişimin neden zorunlu olduğunun ve değişime neden çabuk adapte olduğumuzun açıklamasıdır aynı zamanda). Ayrıca nasıl ki Allah Esmâ’sının açığa çıkış seyri için meydana gelen evrenin bir sonu yoksa; tüm Esmâ’nın beynine programlanmasıyla ölümsüz olan insan için de Esmâ’nın açığa çıkışı seyrinde kendini tanımanın bir sonu yoktur.

Kendini tanımanın bir sonu olmamasına rağmen, kişinin bu konuda sürekli yeni bir tecellî arzulaması Kudsî Hadis’te eksiklik anlamına gelen “boşluk” olarak ifade edilmektedir.



BUNUN NEDENİ ise anladığım kadarıyla şudur...

Tecellî , epifizden beyne geçiş yapan yüksek frekansların beyin duyarlılığını artırıp, kişinin arınmışlık düzeyine göre bilincinde meydana getirdiği evrensel bir aydınlanmadır. Yüksek frekansları arkasına alan bir kişinin beyni, beden kayıtları dışında holografik evren gerçeğini deneyimler (holografik tekil bilgide Esmâ’nın/Allah ilminin açığa çıkışını seyreder) ve beynin açılım kapasitesi kadarıyla hakikat sırlarına ve sistem gerçeklerine muttali olur.

Tecellî , içe doğan bilgi şeklinde algılandığından, buna vahiy veya ilham da denir.

Arınmışlık düzeyine göre kişide dört tür tecellî’den bahsedilir. Bunlar sırasıyla Ef’al, Esmâ, Sıfat ve Zât tecellî’leridir.

Ef’al tecellîsi = İlme’l Yakîn hali olup, Allah ilminde Esmâ’sının sistemsel açılımıyla tüm boyutları ve sayısız türleriyle evrenin oluşumu ve gelişimi -hikmet- sırlarıyla ilgili açılımlardır.

Esmâ tecellîsi = Ayne’l-Yakîn hali olup, Esmâ’nın açığa çıkışı seyrinde Allah’ı tanıma açılımıdır.

Kişi beyin açılım kapasitesi kadarıyla Allah Esmâ’sının açığa çıkışı seyrinde, hakikatini İlme’l ve Ayne’l-Yakîn halinde tanıma durumundadır.

Yaşamı Tevhid’dir.

Ne var ki Esmâ açılımı sonsuz olduğundan dolayı, bu düzeyde kendini tanımanın da bir sonu yoktur.

İşte hadisteki boşluk olarak ifade edilen, kişinin Ef’al ve Esmâ tecellîlerin detaylarında kaybolarak, bunun ötesindeki Sıfat ve Sıfat mertebesinin bâtını olan Zât tecellîsine geçememesidir.

Sıfat tecellîsi = Yedi Zâtî Sıfatlarla vasıflanmış olarak -Rahman ismi yönünden- kendini tanıma açılımıdır. Esmâ’nın kaynağı olarak, Hakke’l-Yakîn halinde kendini bilmektir.

Vahdet yaşamıdır.

Zât tecellîsi = Sıfat tecellîsinin bâtını (içyüzü), Esmâ’nın hakikatidir.

“Allah nedir?” sorusuna cevap olarak nâzil olmuş ve Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin: “Kur’ân’ın üçte birine denk” diye ifade ettiği,İhlas Suresiyle açıklık getirilen ismi Allah olanın Zâtî hakikatine işaret eden Ahâdiyet vasfıdır.

İsmi Allah olan hakikatin Zâtî tecellîsinden bahsetmek muhaldir. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz bu konuda “Allah’ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyiniz” diyerek, böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtir.

Üstâdım Ahmed Hulûsi Ahâdiyet vasfını anlatım sadedinde “hiçlik” olarak tarif etmiş, ve: “Esmâ’nın ulaşamadığı, tefekkürün durduğu, fikrin cereyan etmediği, yaşamın-hissiyatın sözü edilemediği nokta…” diye ifade etmiştir.

Hakikate erenlerin Zulmeti Â’zam” (mutlak karanlık) diye işaret ettikleri Ahâdiyet, tüm ilimlerin özüdür.

TECELLÎLER, İNSANIN KENDİNİ TANIMASINA bir basamak oluşturması gerekir...



Kişi, Allah’ın Ahâdiyet vasfıyla bildiği takdirde, ilmin özünü anlamış olarak hiçliğini idrak eder. Bu idrakten sonraZâtî hakikate erdirecek tüm varsayımlarından arınmayı gerçekleştirmesi gerekir… Bu arınma sürecinde yaşananher tecellî kendinden geçme aracı değil, urûc yollu bilinci Zâtî hakikate yükseltici basamaklar gibi değerlendirilir.

Bu konuda İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Fârûk El-Serhendî (k.s.) Hz.leri “Mektûbat”ında şöyle der:

Yüce Zât’a ulaşmak ancak sıfat ve itibarlarda icmali seyirle olur. İlahî isimlerde tafsilat üzere seyr edenler sıfat ve itibarlarda kalırlar. Ve kendilerinden şevk (şiddetli arzu) ve vecd (kendinden geçecek kadar âşık olma) hali asla eksik olmaz. Şevk ve tevâcüd sahipleri sıfat tecellisiyle muamele görenlerdir. Bunların şevk ve vecd hali devam ettiği müddetçe Zât tecellisinden nasipleri yoktur.”

Yine bu konu Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Hz.lerin “Risâle-i Gavsiye” isimli eserinde şöyle açıklanmaktadır:

“Yâ Gavs Â’zâm, ashabından kim sohbetimi isterse, ona FAKRI; sonra FAKRIN FAKRINI ve sonra da FAKRIN FAKRININ FAKRINI tavsiye ederim... Böylece, FAKR hâlinde onlarda BEN’den başkası kalmaz!”

Zâtî hakikate ermenin belirtisi, kişinin artık hiçbir tecellînin etkisinde kalmamasıdır. Çünkü kişi ancak kendi dışında kabul ettiği/kendinden ayrı gördüğü şeylerden etkilenir, fakat kendi zâtından/zâtına ait olanı tespit ettiğinde, bunun etkisiyle kendinden geçmez! Belki hiç beklemediği bir tespitin kısa süreli şaşkınlığını yaşar.

Tecellîler Vahdet’e ermek için bir basamak olmaktan çıkıp da bir gaye haline gelirse, kişi bilinçaltından gelen dürtü ile, kendini birim kabul etme halinden (gizli şirkten) kaynaklanan muhtaçlık esaretinden ve iştiyak ateşinde yanmaktan kurtulamaz... İşte bu husus Kudsî Hadis’te: “Eğer Âdemoğlunun, iki dere dolusu altını olsa; üçüncüsünü arzular... “ cümlesiyle belirtilmektedir.

Hadisin devamında: “Âdemoğlunun boşluğunu, ancak toprak doldurur...” cümlesi ise, kişinin hakikatini bilme konusundaki eksiğinin, ancak Allah ismiyle işaret edilenin Zâtî hakikatine işaret eden Ahâdiyet vasfını bilmenin meydana getireceği hiçliğini idrak ve hazmının tamamlayacağına işaret etmektedir...”

Bundan dolayı Velâyet mertebeleri içinde en üst mertebe olan Sıddîkiyet (Hakikati yaşayarak tasdik) mertebesinin sahibi Hz. Ebû Bekr (r.a.) der ki:

“Allah’ı idrak, ancak O’nun idrak edilemeyeceğini idraktir.”

Zira acziyet, TAM bir fakr/hiçlik halidir ki orada Allahtan başkasına yer yoktur.

Üstâdım Ahmed Hulûsi bu konuyla ilgili şöyle der: “Acziyeti hissetmenin sonu, Hiçliktir!”

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi (k.s.) Hz. leri de der ki: “Bildim ki en yüksek mertebe Abd-ı Âciz mertebesidir.”



DİKKAT EDİLİRSE Kudsî Hadis’teki: “Âdemoğlunun boşluğunu, ancak toprak doldurur” ifadesi, Velâyet (hakikatini bilme ve yaşama) kemâlatının tamamlanması anlamına gelmektedir...

Bu da Allah ismiyle işaret edilen hakikati, Vâhidü’l-Ahadü’s-Samed vasıflarıyla anlamaktan geçer. KiRasulullah (s.a.v.) Efendimiz buna: “Es Samedülleziy la cevfe fiyhi - Samed odur ki onda boşluk yoktur ! hadisiyle açıklık getirmektedir.

Doğrusunu bilen Allah’tır...