BÖLÜM 1.3 YARINI GÖRENLER

Dünle bugüne hitap etmeye çalışanlar, dünde yaşayanlardan başkasına yararlı olamaz!... Yarınlar, bugünden yarını görenlere aittir!

Üstad Ahmed Hulûsi

 

Üstadım selam,

Bursa ziyaretimde arkadaşım bana Ulu Cami’yi gezdirdi. Arkadaşım cami’nin tarihi ve orada yaşanan bazı hadiseleri nakletti.. Cami’deki İslâmî sanat ve değerleri anlattı.

Gezimizi bitirdikten sonra iki rekat namaz kıldık. Namaz esnasında bir yandan arkadaşımın Ulu Cami’ya dair anlattıklarını düşünüyordum; diğer yandan ise sizin Münih sohbetlerinizde anlattıklarınızı.

Gördüm ki, türkün örf ve adetlerine göre anladığı ve yaşa(t)maya çalıştığı müslümanlık, Rasûlullâh (s.a.v.) kaynaklı İslâm anlayışının önüne geçmiş; toplumun geleneksel din anlayışı, İslâm dininin orijinine perde olmuş.

Sizin “İSLÂM” isimli kitabınızda belirttiğiniz üzere “Tıpkı yağan kar gibi… Bir Rahmet olan İslâm Dininin, nasıl çığa dönüşüp önüne çıkanı ezdiğine” hayretle şahit oldum.

Bu yazımda sizinle Mekke’de doğan İslâm güneşinin yükselişi ve batının modern bilimleri eşliğinde en dik konumuna gelerek tüm gölgeleri kaldırışı hakkında naçizane düşüncemi paylaşmak istedim.

GEÇMİŞTE İslâm dininin gerçeğini fark edenlerin, tasavvuf ismi altında mensubu oldukları toplumun anlayışına göre anlattıkları “Hak’tan → halka” doğru bir yayılım şeklinde gerçekleşmiştir.

Buna mukabil toplumun bu yayılımdan anladıkları ise yöresel değerlere dayalı yorumlarla daima çöküntüye sebep olmuştur. Bu çöküntüyü de sanırım “halktan → Hakk’a” şeklinde tanımlayabiliriz.

Hızır’ın Ulu Cami’de namaz kılması, Somuncu Baba’nın Cami’nin dört kapısından aynı anda ekmek dağıtması ya da Bursevî Hz.lerinin vaaz vermesiyle Ulu Cami’nin değerlenmesi, birim ve toplum açısındandır.

Bünyesinde evrensel gerçekleri barındıran İslâm dinini ve İslâm’ın düşünsel tabanı olan tasavvufu anlamayı ve yaşamayı yöresel menkıbelere, mimariye, sanata ve musikîye atfetmek ne kadar doğru olabilir?!

Evrensel olanın, tüm mekanların ve zamanların üstünde olup, yaratılmış arasında bir ayırım yapmadan, her birine eşit mesafeden hitap etmesi gerekmez mi?.

Tabiki menkıbeler, mimarî, sanat ve musikî; Kur’ân ve hadislerdeki evrensel gerçekleri ve değerleri hissettirici olmaları yönünden faydalı olup, bu özellikleriyle saygı ve hürmete şayandır. Fakat saygının ötesinde kutsallaştırılarak, putperestlerin yaptıkları gibi bir toteme dönüştürülmeleri İslâm’ın ruhuna ters düşmez mi?

Geçmişte Kur’ân ve Rasûlullâh açıklamalarındaki metaforların işaret ettiği evrensel mesaj çok ender derin düşünen insanlar tarafından anlaşılabilmiştir. Anlayanlar ise, yaşadıkları devrin verdiği imkan dahilinde anladıklarının açıklanabilecek kısmını açıklama yoluna giderken, açıklayamayacaklarını yine misallendirmek zorunda kalmışlar. Böylece İslâm dininin düşünsel tabanı olan tasavvuf doğmuştur.

“Hak’tan → halka” diye tanımlanan bu anlatım şeklinde insanların anlayış seviyeleri göz önünde bulundurulmuş ve konular olduğu gibi değil de insanların kabul edeceği ve yararlanabileceği bir biçimde anlatılmıştır. Bu şekilde toplumun İslâm dinine dair bilgi sınırları genişletilmesi amaçlanmış ve anlamaya istidatlı beyinlerin gerçekliğe yükselişlerinde bir basamak oluşturması hedeflenmiştir.

Ne var ki tasavvufun bu yayılım amaçlı bildirimleri, insanların sınırlı anlayışları ile türlü yorumlarla farklı görüşlerin meydana gelmesine sebep olmuş... Her insan kendine yakın bulduğu görüşte birleşerek mezhep ve cemaatler meydana gelmiş, mezhep ve cemaatler dahi yayılım arttıkça içten farklı kollara ve gruplara bölünerek çoğalmışlar. Neticede tasavvufun yayılım amaçlı bildirimleri, toplumun yerel görüşlerine dayalı yorumlarıyla sürekli örtülerek bir çöküntüyle sonuçlanmıştır.

Öyle ya da böyle, tüm çöküntülere rağmen tasavvufun yayılım amaçlı bildirimleri insanlığı hep ileriye taşımayı başarmıştır.

Ve nihayet günümüzde Rasûlullâh’ı anlamanın altınçağı olan bilim çağına gelinerek, Kur’ân ve hadislerdeki metaforları ve dahi tasavvuf ehlinin anlatmaya çalıştıkları gerçekler ve değerler tüm insanlık tarafından anlaşılabilecek hale gelmiştir.

Modern bilim ve teknolojiyle gelinen bu nokta, İslâm dinine dair tüm görüş ve fikir ayrılıklarının kalkacağı ve bölünmelerin son bulacağı, insanlığın aynı ve tek anlayışta birleşeceği bir nokta olacaktır.

İslâm dini bid’at’lerden (İslâm ile alakası olmayan, sonradan türeyen şeylerden) arındırılarak, orijinindeki saflığıyla başladığı noktaya geri dönecektir.

Dilerim bunu algılamak ve değerlendirmek bizlere nasip olur. Zira Efendimiz (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurur: “İslâm garip olarak zuhur etmiştir… Benimle olan zuhuru gibi tekrar zuhur edecek; ne mutlu o gariplere..” Bu hadis, İslâm dininin Efendimizin (s.a.v.) devrinde olduğu gibi, Hz. Mehdi’nin (a.s.) zuhuru döneminde de çok az insan tarafından gerçek manasıyla anlaşılacağına işaret eder.

Evet… Tasavvuf ehlinin “Hak’tan → halka” şeklindeki yayılım amaçlı bildirimlerine karşın toplumun verdiği “halktan → Hakk’a” yanıtının yapboz düzeni içinde çok nadir beyinler sıyrılıp kendini gerçek manasıyla tanıyabilmişken…

Günümüzde son Müceddid’in bâtında (kendini açık etmeden, insanlara kapalı bir şekilde) gerçekleştirdiği yenilenme operasyonuyla “Hak’tan →← Hakk’a” diye tanımlayabileceğimiz, “özün ilmiyle âlemlere bakış…” Kendini tanıma arzusuyla yanan tüm kardeşlerime hayırlı olsun!.

Yenilenme derken, hazır yeri gelmişken şu düşüncemi de paylaşmadan geçemiyeceğim…

Sizin “Yenilen” isimli kitabınızdan önce İslâm dinine dair yazdıklarınızı “Hak’tan → halka” denilen, “Allâh’ın kendini insana göre tarifi” şeklinde, tasavvufun yayılım amaçlı bildirim usulüne benzettim.

Çünkü evrensel gerçekler toplumun anlayışına uyarlanarak açıklanmış ve bununla da toplumun İslâm dinine dair genel anlayış sınırları genişletilmesi amaçlanmıştır.

“Yenilen” isimli kitabınızı ve sonraki anlatımlarınızı ise “Hak’tan →← Hakk’a” diye tanımlayabileceğim, “Allâh’ın; kendini, kendine göre tarifi” olarak, bir tür açılım şeklinde düşündüm.

Hoşgörünüze sığınarak naçizane düşüncem..

Saygılarımla,

Waalwijk, 15-01-2011