4.3 Mİ’RÂC 3

Nasıl ki Cebrail isimli melek, Rasûlullâh Efendimize (s.a.v.) Mi’râc’ında eşlik ettiyse… Aynı şekilde görünenden yola çıkarak öze ermeye çalışan bilim de akıl melekesi eşliğinde maddede derinleşerek, maddenin temelini oluşturan atomik boyuta inip, semâ’ya (madde ötesine) açılan hafaza kapısına dayanmıştır.

Atomik boyutu inceleyen bilim, periyodik tablo ile maddeyi meydana getiren kimyasal elementleri sınıflandırmayı başararak önemli bir ölçüde maddenin sırrına vakıf olmuştur. Bu vukufun getirisi olan türlü enerji dönüştürücü mekanizmaların keşfiyle insanlık madde üzerinde tedbir edecek teknoloji çağına girmiştir.

Bununla yetinmeyen bilim, atomun yapısal özelliklerini mercek altına alarak semâ’ya (madde ötesine) açılan kapıyı zorlamaya başlamış ve nihayet atomun parçalanmasıyla kapının ardındaki semâ’nın krallığında (yani, atomaltı parçacıklar boyutunda) bulmuş kendini.

Bilim, semâ’nın krallığına “kuantsal boyut” ismini vermiş!. Çünkü semâ’nın krallığında sadece parça (madde) formunda algılanan enerji paketleri varmış. Kuantsal boyutun kuantlarının, atom ve atomüstü madde dünyasını meydana getiren kuvveler olduğu hususunda tatmin olan bilim için bu defa kuantsal boyutu (atomaltı parçacıklar boyutunun kuvvelerini veya dindeki tabiriyle “Semâ’nın Melekûtu”nu) anlama devri başlamıştır.

Kuantum mekaniğinin hayretlere düşürücü, ürkütücü ve tuhaf tespitleri, materiyalist görüşün sonunu getirmiş… Böylece insanlık, odaklandığı alanın veya zerrenin en ince ayrıntılarına kadar nüfuz edip, ışık hızında seyredebilecek aşkın bir bilim ve teknoloji çağına girmiştir.

Holografik model, kuantsal boyutun hayretlere düşürücü, ürkütücü ve tuhaflığının ardındaki kapalı düzene (yani, kuantum potansiyele) ışık tutmuş ve tüm boyutları ve sayısız türleriyle evrenin hakikatının bilgi olduğu, bilginin ise holografik esasa göre düzenlendiği gerçeği ortaya çıkmıştır. Artık bilimin esas ilgi odağı dışarıdaki uzay değil, en küçük parçadaki evrensel bütünlüğün bilgisine (tasavvuftaki tabiriyle “Allâh ilmine”) ulaşıp, evrensel enerjiden (dindeki tabiriyle “kudret-i ilahî”) azamî ölçüde yararlanmak olmuştur.

String teorisi, holografik evrenin teori-fizik yollu deşifre edilmesi girişimidir. Yani evren isimli dev hologramı meydana getiren ana bilginin açılım ve gelişim ilkelerini kavrama girişimidir.

Neticede bilim, gözden yola çıkıp öze ermenin zorlu yolculuğunda Mi’râc’ını tamamlayarak, Rasûlullâh Efendimize (s.a.v.) vahyolan İhlâs sûresindeki tarifi üzere, öz vasıflarıyla (Esmâ’sıyla) Allâh’ı anlama noktasına gelmiştir.

Fakat bilimin bu noktaya gelmesi kolay olmamıştır.

Öze erme aşkıyla bilim yolunu tutanlar bir yandan orta çağın engizisyonu gibi, toplumun katı inanç değerleriyle; diğer yandan ise kendi iktidarını güçlendirmek için bilimin getirdiği imkanları kullanan, hukuk tanımayan zorbalarla mücadele etmek zorunda kalmışlar.

İlahî hikmet gereğince kişiyi bulunduğu noktadan ileriye taşıyacak olan ilim ve kudret, ancak bir takım engel ve zorlukların üstesinden gelinmesiyle açığa çıkar.

Bu özellikle öze erme ve özün değerleriyle hallenme gayesiyle tasavvuf yolunu tutanlar için kaçınılmaz bir olgudur.

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) “Mektûbât-ı Rabbânî” isimli kitabında bu konuyu şöyle açıklar:

“Bilinmesi gerekir ki, (hakikat bilgisinde) mutmain (tatmin) olmakla birlikte nefsin (bedensel kimlik vehminin) kendi özelliklerini (beden kaynaklı doğasını) korumasında çok faydalar vardır. Zira nefsin (bedensel kimliğin) kendi sıfatlarıyla (bedenin tabiatının gerektirdiği yeme, içme, seks gibi veya benliğinin yücelmesi, sayılması, sevilmesi ve korunması gibi hallerle) zuhur etmesi engellenecek olsaydı, manevi terakkinin (maneviyatta ilerlemenin) önü kesilir ve ruhta meleklik karakteri  (Esmâ hakikatından oluşan mutlak kimliğinde ruhanî kuvveler) baş göstererek kendi makamına (cennet yaşamına) haps olurdu. Ruhun terakkisi (ilerlemesi) nefse (bedensel kimlik vehmini tahrik edici unsurlara) olan muhalefetindedir. Nefse (bedensel kimlik vehmini tahrik edecek dürtülere) muhalefet kalmayınca terakki nasıl gerçekleşir?”

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) bu açıklamanın ardından şöyle bir uyarıda bulunur:

“İnsan (hakikatından perdeleyecek) farklı şeylere alaka duyduğu ve bunlarla lekelendiği sürece (hakikatının gereğini yaşamaktan) mahrum kalır. Hakikat-ı câmiâ olan kalbin (iman esaslarının yansıma mahalli olan bilincin) aynasını, Hak Teâlâ’nın dışındakilere duyulan muhabbet sebebiyle oluşan pastan (mücahede, riyâzet ve ibadet gibi gerekli çalışmalarla) arıtıp parlatmak gerekir. Bu kirlerden arınma ve kalbi parlatmanın en etkili vasıtası sünnet-i seniyye’ye (Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın öğretisine) tabi olmaktır. Bunun özü de (yani, Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın öğretisine tabi olmaktan amaç) nefsani adetlerden (kendini bedensel varlık kabul etmene yol açan alışkanlıklarından) kurtulmak ve  (bedenin tabiatının gerektirdiği) karanlık gelenekleri yok etmektir. Bu nimete erişene ne mutlu! Bu yüce nimetten mahrum kalana da yazıklar olsun!”

Doğrusunu bilen Allâh’tır..

 

Waalwijk, 28-04-2016